Küçük tüpün üstündeki çay suyu kaynamaya başlamıştı. Yükselen buhar odaya dağılıyordu. Daldığı derin düşünceleri, dantelli süslermiş gibi gözünün önünde şekiller çizen buhar dağıtmıyor, desenliyordu. Neden sonra fark edip toparlandı. Kaynar suyu demlikteki kaçak çayın üzerine boca etti. Çaydanlıkları üstüne koyduğu tüpün altını kıstı. Kerpiç evin küçük penceresine doğru baktı. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Sobaya kömür atarak ateşi biraz da alevlendirdi.
Hava aydınlanmaya başlamıştı ama dışarısı tam görünmüyordu. Soğuktan korunma amacıyla evin pencereleri dışarıdan muşamba ile kapatılmış, tutturması için de birer çıta ile dört bir tarafından dış duvarlara çakılmıştı. Kış mevsiminde başka türlü, evin sıcaklığını koruma imkanı yoktu. Gerçi kerpiç ev sıcak oluyordu ama pencereler mutlaka muşamba ile kapatılmalıydı. Zaten birkaç yağış sonra kar yığınları evin penceresine ulaşıyordu. Çok yağan kara bir de dam küremesini eklerseniz bir ay içinde kardan görünmeyen bir evde oturuyor oluyordunuz. Her yağan karın ardından hava yumuşadığı ilk anda dama çıkıp küreme yapılmalıydı. Kar yağarken küremek tehlikeliydi; bekletmek de... Bekleyen kara ayaz vurursa, damdan düşmelerin sonu gelmezdi. Bu ölüme kadar gidebilecek bir tehditti. Hem kerpiç evin damında karın kalması demek, toprak damın suyu çekmesi, ağırlaşması anlamlarına gelirdi. Kar kalır, donar ve ağırlaşırsa dam bile çökebilirdi. Eğer kar kendi erirse, seyredin şenliği; dam damlıktan çıkar, süzgeçliğe terfi ederdi. Zaten akması ile meşhur olan toprak damlı kerpiç evinizde etrafa kap-kacak doldurur, kar suyu toplardınız.
Bu arada çay da demlenmişti. Kahvaltılık pek bir şey yoktu aslında; varsa yoksa lor... Ve lorun vazgeçilmezi, üzerine döktüğü zeytinyağı, biraz kırmızı biber, hele hele bulunursa maydanoz... Memleketten göndermeseler zeytinyağını nerden bulurdu? buna da şükür... Lor, Peynirden daha besleyici idi. Gerçek böyle miydi yoksa doğru-düzgün peynir alamadıklarından mı böyle düşünüyor, düşünmek istiyordu... Yine memleket işi biber salçası, bir de sıcak tarhana çorbası... Tarhana yaa... O da olmasa, bu diyarı gurbette, parasız-pulsuz neye yaslayacaksın sırtını... Döndü ve uyuyan çocuklarına baktı. Süleyman ve Emine yer yataklarında yatıyordu. Oğlu ortaokula gidiyor, kızı ise ilkokulu yeni bitirmişti. Odanın içerisinde biri büyük diğeri küçük iki somya vardı. Büyüğünde eşiyle kendisi ve yeni doğmuş kızı, diğerinde ise küçük oğulları Mehmet ve Rıdvan ayaklı-uçlu yatıyorlardı. Rıdvan dört yaşında Mehmet ise sekizinde idi. Kendi yataklarının etrafını bir perde ile ayırmıştı. İkinci bir oda daha vardı ama kiler gibi bir şeydi. Ne kalma imkanı vardı ne de onu ısıtacak yakacakları...
Her şey neyse de küçüklerin üzerine giyecekleri bir paltoları yoktu. Rıdvan evdeydi ama Mehmet'in okulu vardı. Herkesin çocukları giyinip-sarınırken Mehmet kara önlüğü giyip gidiyordu. Isıtırsa, önlük altından giydirdiği kazaklar filan ısıtıyordu. Gerçi bu durumda başka çocuklar da vardı ama onlar doğma-büyüme buralı idiler; alışkınlardı. Bizimkilerse yumuşacık Ege ikliminden çıkıp gelmişlerdi, Doğu'nun bu uç şehrine... Okuldan çıkınca hemen eve gelmesini tembihliyordu. Çocuk bu dinler mi? Saatlerce karın altında oynuyor, elleri-yüzü donmuş, dudakları morarmaya başlamış olarak geliyordu. Sonra da uzun süre ellerinin uyuşmasından ağlıyordu. Neyse ki ablası öğrenmişti de hemen ellerini karla ovuyordu. Bu uyuşmayı engelliyordu. Ağlayıncaya kadar oynamak; evet! Çocuk olmak böyle bir şeydi...
Kahvaltıyı hazırlamıştı. Büyük oğlan ve kızı kaldırdı önce. Emine sofraya kırık zeytin çıkardı, Süleyman da hazırlanmaya başladı. Sonra da Mehmet... En son evin babası, derken herkes sofrada buluştu. Okula gitmeyen Fatma bebek ve Rıdvan hariç... Ardından herkes tek tek ayrıldı evden. Kocası da çıktı. İşinden atılmıştı ama geri dönmek için açtığı mahkeme ile ilgili görüşmeler yapıyordu. Memurdu. Hayatı mücadele ile geçmişti. Önce sürgün, sonra işten atılma... Şartlar ağırdı ama mücadeleden başka yol yoktu. Herkes seni bıraktığı ve terk ettiği zaman dahi yola devam etmek bir şiar, bir hayat tarzıydı. Önce kendine, sonra dosta-düşmana karşı ayakta kalmak pişmenin bir parçasıydı. En yakın tanıdığı, kendisinden neredeyse binlerce kilometre uzaktaydı. Gerçi biraderine mektup yazmış, durumu anlatmış, bu zorlu dönemi çıkarabilmek için bir miktar borç para istemişti. Çok geçmez cevabı gelirdi.
Kadın bulaşık ve temizlik için kızını suya gönderdi. Evde çeşme vardı fakat kış aylarında akmazdı. Borular donduğu için suyu çeşmeden taşımak zorunda kalırdınız. İsterseniz alev tutarak açmaya çalışır ve açardınız ama ertesi gün tekrar donardı. Bahar gelmeden kalıcı çözümü yoktu. Uyuyan çocukların üstünü-başını iyice örterek kapıyı açtı. Evi havalandırmak istiyordu. Üzerine annesinin hediyesi yünlü mantosunu giydi. Varlıklı bir aileden gelip de yokluğu idare etmek zordu. Bu manto da geldiği yeri hatırlatıyordu. Bir ara gözü pencere kenarındaki parlak makasa takıldı. Çok güzeldi. Düğününde hediye edilmiş, yıllardır onunlaydı. Bu kalitede pek kimsenin evinde olmazdı. Evet, evet Avrupa'dan gelmişti. Gelmişti gelmesine ama kimin hediyesi idi; düşündü, hatırlayamadı. Ahh keşke dikiş işlerini biliyor olsaydı... Şimdi ne kadar işine yarardı. Elbiseler dikerdi, çocukları ve kendisi için. Gerçi evin bütün kazak ihtiyacını örmüştü ama dikiş başka bir şeydi. İşte o zaman bu makasın hakkı verebilirdi. Aklına kumaş alacak paralarının da olmadığı gelince, hayallerinin içi çekildi. Neden sonra kızı Emine içeri girdi, dalgın annesine bakıp "Ev soğumuş" deyince hatırladı kapının açık kaldığını, kapattı. Evin içi, kar kokulu taze hava ile dolmuştu. Sobaya bir-iki kürek kömür attı. Bulaşık ve temizliğe daldı.
Ertesi gün Sebahat hanım gelecekti ziyarete. Eşraftan, bilmiş-görmüş bir kadındı. Doğu'nun ücra bir kazasında değil, hep Avrupa'da yaşamış ve yaşıyor zannederdiniz. Zevk sahibi, estetik zekalı, otoriter, diplomat tavırlı bir Azeri muhaciri idi. Şehrin en güzel evlerinden birinde oturur, oturduğu yerden her şeyin haberini alırdı. Burada garip olduğundan mıdır, kadının kendisine karşı bir sevgisi vardı. Belki de birbirlerine yakın olduklarını düşünüyordu. Anlaşılan bu kötü günlerde görmek istemişti. Hiç bir şey yoktu ama ağırlamak da lazımdı. Un vardı. Hamuru yaptı, kenara beklemeye bıraktı. Fırın yoktu, varsın olmasın, komşuda pişirirdi. Komşu zaten ev sahibi idi. Bu arada Süleyman da Mehmet de donmuş olarak okuldan geldiler. Hele Mehmet yok mu? Bulmuş birisinden bir demir paten saatlerce karda dona dona kaymıştı. Bir paten eksikti zaten... O akşamı da bu tür düşünceler içerisinde yaptı. Nasıl geçti zaman pek anlamadı.
Gece yarısı uyandı. Evin içinde orta yaşın üzerinde bir adam vardı ve sobanın yanında oturuyordu. Şaşırdı, ama paniklemedi. Nereden gelmiş, kim eve almış diye düşünmesine fırsat kalmadan adam nuranî ve ferah çehresi ile elini uzattı. Elinde makası vardı. "Kızım Ahsen, unuttun mu bu makası sana hediye etmiştim" dedi. Kendisine uzanan makası alırken "kusura bakmayın ben sizi çıkaramadım" diyebildi. Adam, gülümseyerek "bu makas sana tekrar hediyem olsun. Bununla güzel elbiseler biçersin" dedi. Kadın, birdenbire gözlerini açtı. Gün doğmak üzereydi. Evin içinde adam filan yoktu. Tamamen soluna, kalbinin üzerine dönmüştü uykuda. Bunu hayra yordu. Bir gün önceki kederinden eser kalmamıştı. Sanki dünyanın bütün iyilikleri ona bağışlanmış, bütün kederler uzaklaştırılmış, bu yokluğun içinde lezzetli bir hayat bahşedilmişti. Kendisini bir bebek kadar saf hissetti. Hiç kıpırdamadan bunları geçiriyordu zihninden... Herkes uyuyordu. Pencereye doğru baktı; "makas" orada ve "ben buradayım" diye bağırıyordu. Kalktı. Üzerine bir şeyler aldı. Daha erkendi ve herkesi kaldırmak için vakit vardı. Gazyağı lambasının fitilini yükseltip ışığını artırdı. Yünlü mantosunu yere serdi. Pencereden makası aldı. Ve hiç düşünmeden mantoyu kesmeye başladı. Göz kararı ölçümler yapa yapa ayırıyor, bazı yerleri de söküyordu. Gümüş rengindeki makas, adeta bir işe yaramanın zevki ile "gıyk gıyk" sesleri çıkararak yünlü kumaşın içinde ilerliyordu. Kadının eli otomatiğe bağlanmış gibi işliyordu. En sonunda kesme işlemlerini tamamladı, parçaları ayrı ayrı yerlerde topladı. Bir ara çocukları Mehmet ve Rıdvan'a baktı. Sonra parçaları birbirine iğne altı dikmeye başladı. Havanın aydınlandığını görünce dikme işlerine ara verip kahvaltı hazırladı. Herkesi yedirip-içirip gönderdi. Sonra tekrar mantosunun başına oturdu. Kızı şaşkın şaşkın annesine bakıyordu. Mantosunu parçalamıştı. Kadın, manto parçalarını birbirine ekleyip durdu saatlerce... Sonra ortaya iki tane gocuk çıktı. Hem yünden hem başlıklı... İp uydurup ekleme ilikler yaptı. Mantosunun düğmelerini de kullandı. Bir-iki saat içinde olup bitmişti. Kız "Anne nasıl yaptın? Sen dikiş bilmezsin ki..." deyince kadın kendine geldi. Durup önündeki iki yeni gocuğa ve bir de makasa baktı. Gerçekten de nasıl yapmıştı? Nasıl cesaret etmişti kendisi bile anlayamadı. Fazla da düşünmedi. Dünden beklemeye koyduğu hamuru açmaya ve misafir için börek yapmaya koyuldu.
Mehmet okuldan erken gelmişti. Gocukları ikisine de giydirdiler. Çocuklar da şaşkındı. Arkadaşlarınınki birbirine benzer fason üretim iken kendilerinin çok ilginç gocukları olmuştu. Hemen dışarı çıkıp karın içinde yuvarlanmaya başladılar. Gocukları test ediyorlardı. Bir ara karın içine yatıp havaya doğru baktılar. Hayır hayır, sırtları üşümüyordu. Bu gocuklar kar, fırtına geçirmiyordu. Bir de kahverengi idiler. Etraftaki çocuklardan biri "Nerden buldunuz bu ayı postlarını" deyince gocukların markası da ortaya çıkmış oldu: Ayı postu... Artık Mehmet'le Rıdvan'ın ayakları yere değmiyor, "Bizim ayı postumuz" var diye dolanıyorlardı.
Kadın böreği komşunun fırınına kızıyla gönderdikten sonra odaya odaklanmış bir tavırla baktı. Bakıyor ama düşünmüyordu. Harekete endekslenmişti. Gözüne başka bir elbisesi ilişti. Hemen onu da kesmeye başladı. Kareli bir kumaştı. Bunu da Süleyman'a bir mont yapmalıydı. O sırada Sebahat hanım, sağında solunda kızı ve gelini, ayağında devasa çizmeleri ile bir derebeyi edası içinde evin köşesinden döndü. Sokağın bitimine kadar bir kızakla gelmişlerdi. Kızların ellerinde bir-iki çanta vardı. Belli ki ihtiyaç vardır diye bir şeyler getirmişti. Kadın, çocukların "Sebahat teyze"çığlıkları ile kendisine geldi. "Bak annemiz bize ayı postu yaptı". Sebahat hanım şaşkınlık içinde çocukların üzerindeki gocuklara bakarken gözlerinden öpüyor bir taraftan da "Ooo ne güzel bir şeymiş bu" diyordu.
Oturuldu, yenildi, içildi, konuşuldu. Neden sonra Sebahat hanım biraz susup önüne baktıktan sonra başını kaldırdı. "Kızım Ahsen, sen dikiş mi yapıyorsun?" deyince kadının ağzından "Evet" cevabı döküldü. "Neyle? Makinen var mı?" sorusuna cevap ise ortada idi: "Yok". Sebahat hanım başka bir şey demedi. Yalnız kadının kızı annesine şaşkınlıkla bakmıştı. Annesi az evvel "Dikiş yapıyorum" demişti. Aslında kadın da ne dediğinin farkında değildi. Ertesi gün öğleye doğru kapı çalındı. Sebahat hanımın oğlu ve kızı vardı. Anneleri "Benim dikişlerimi de diksin" diye dikiş makinesi ve bir torba da dergi göndermişti. Şaşırdı ama aldı. Torbanın içinde bir sürü Avrupaî giyim dergileri ve onların elbise modelleri vardı. Kadın bunları incelemeye koyuldu.
Bir-kaç gün sonra komşu kadın geldi. Elinde bir kumaş vardı. Dikiş diktiğini duymuş, kendisine kaça elbise yapacağını soruyordu. Gelenleri gelenler izledi. Kumaşını kapan soluğu "terzi"nin evinde alıyordu. Gümüş renkli makas her gün yeni bir kumaşla tanışıyor, her gün yeni bir kumaşa şekil veriyordu. Çocuklar hayran hayran makasın, kumaş keserken çıkardığı ve dişleri gıcıklandıran "gıyk gıyk" sesini dinliyorlardı.
Makasın sesine, dikiş makinesinin sesi karışıyordu. Gündelik hayatlarının bir parçası olmuştu. Çok çalınmayan kapıları dolup-taşmış neredeyse kazanın bütün aileleri ile tanışmışlardı. Çocuklar her okuldan geldiklerinde evlerinde başka başka teyzelerin ve ablaların olduğunu görüyorlardı. Kazanın tek erkek terzisi, "Hocam, yenge bizim hanıma bir elbise dikmiş, müthiş... İyi biliyormuş terziliği, hiç söylemedin" dediğinde adam da şaşırmıştı. Evde bir şeyler oluyordu ama o, kendisini o kadar mücadelesine kaptırmıştı ki farkında bile değildi. Akşam eve gelince dikkatlice bakıp, birkaç askı ve asılı duran teyelli elbiseleri şimdiye kadar nasıl fark etmediğine şaşırdı.
Kadın, bazen işe ara veriyor, nefesleniyor ve makasa bakıyordu. Aralarında bir bağ oluşmuştu. Kabiliyetinde bu makasın payını düşünüyordu. Makas, kendisine ikilikleri bir yapmayı ders edinmişti. Ne zaman ağzı ikiye açılsa, tekrar birleştiğinde görevini yapıyordu. Kesmesi, bir olmasına, birleşmesine bağlıydı. Ancak o zaman kumaşın üzerinde söz sahibi oluyordu. Yoksa herhangi bir demir parçasından farklı değildi ve bir hükmü yoktu. Evet, iki parçadan yapılmıştı ama işte o ahenkli sesi çıkaran hareketi ile görevini yapıyordu. Makaslar insan gibi bazen köreliyordu da... Keskinliğini kazanması, bilenmesi gerekiyordu. Gerçi kendi makasının hiç köreldiği olmamıştı. Farklı bir maddeden yapılmış olmalıydı. Makas, kumaşı çoğaltıyor, parçalıyor ama anlamlı bir şekilde bir araya gelmesinin kapısını açıyordu. Kumaş da nerelerinin işe yarayacağını, hangi parçalarının fire olacağını anlıyor ve bir elbise olup çıkıyordu.
Kadın, yıllarca terzilik yaptı. Kocası emekli olunca memleketlerine döndüler. Artık çalışmasına ihtiyaç kalmamıştı. İhtiyaç yoktu ama "para kazanayım" diye düşündü. Tekrar eline makası aldı. İçinde ne bir heves oluştu, ne de bir heyecan vardı. Bir şeyler yaptı. Kumaşlar aldı kesti, biçti, dikti; beğenmedi. Model kitapları, dergileri aldı; baktı, baktı: Kafası almadı. Her neyse, o büyü bozulmuştu. Ne kumaşlar ona yarıyor, ne makas anlamlı kesişler yapıyordu. Kabiliyetinin alındığını düşündü. Gümüş renkli makasını aldı ve hatıra sandığının içine, bir bohçaya koydu. Aile kalabalıklara girdi. Çocuklar büyüdü evlendi. Akrabalar çoğaldı. Düğünler oldu, dürüler hazırlandı, bohçalar yollandı. Bir ara makasın kaybolduğunu fark etti. Bohçalar arasına karışıp birisine hediye gittiğini sandı. Kim olduğunu bilemedi kadın; yeni bir ihtiyaç sahibine gittiğine yordu.