Gediz, verimli topraklara sahip olan Ege'nin, üç büyük ovasından biri... Diğerleri ise Küçük ve Büyük Menderes. Akdeniz iklim kuşağının biraz daha tatlanmış haliyle kendisini gösterdiği bu topraklarda bereket hem yerden fışkırır hem gökten yağar. Üzüm, zeytin, pamuk, incir, kiraz ve yanı sıra bilumum meyveyi bulabilirsiniz. Tütün de yetişir de neyse, o genelde ev geçindiren üvey evlattır. Elbette Zeytinin anlam derinliğine hiçbiri ulaşmaz ama benim dünyamda üzümün yeri bir başkadır. Bu sevmekle ilgili olmaktan ziyade, hatırasının çok olması ile alakalı...
Manisa'nın bir tarafı tarihi şehir kalıntı ve efsaneleri ile süslü Spil dağı, diğer tarafı ise alabildiğince ovadır. Manisa ovası, dağın kenarına kurulmuş olan şehirden başlar, kuzeydeki Yunt dağlarına kadar uzanır. Ortasından da kıvrıla kıvrıla Gediz nehri akar; adeta hayat verir. Nesi varsa dağların toplar getirir, toprağı besler. Tabii bugün perişanlık içinde, kısmen engellenemeyen atıkların da karıştığı, yüzmeyi bırak, ayağını bile sokmak istemeyeceğin nehirden bahsetmiyorum. Kontrolsüz sanayi ve Endüstrileşme nasıl da bitiriyor doğal hayatı...
Gediz, baş döndürücü bir hız ve heybetle akardı. Gürül gürül değil, sessiz sessiz. Uzaktaki bir su kuşunun sesi, kanat çırpışı, karşı kıyısında dinlenenlerin konuşmaları bu sessizliğin üzerinde dalga dalga yayılır, sanki dibindeymiş gibi gelirdi. Hele hele üzerinden karşı kıyıya geçmek için kurulmuş sallarda yüzenler filan varsa sadece onların bağırış, çağırışlarını duyardın. Bu düzende, nehrin iki yakasını da kaplayan ve seslerin 5-6 metre aşağıda olan nehir yatağından çıkmasını önleyen salkım-saçak söğüt ağaçlarının payı büyüktü. Bazen de uzaklardan perdesi 4-5 darbe içinde yükselen ve "pat pat pat..." diye hızlanarak çalışmaya başlayan pancar motorlarının sesini duyardınız ki bu ovanın zihinlerde yer eden seslerinden biriydi.
Hatırladığım bundan 25-30 yıl öncesi. Tabii ki ovanın en şenlikli zamanları... Böyle deyince anlaşılacak tek bir şey var o da bağbozumu... Yazın, Manisa mevsimlik işçi dolardı. Bunlar, bir taraftan kendi tarla-tapanı olmayan şehrin yerlisi köylüler olduğu gibi, şehirden gelen gençler ve daha çok da doğudan çalışmaya gelen Kürt ailelerdi. Biz aileden olduğumuz için bu sürece yaz başında dahil olurduk. Hem işlerin yürümesi hem tatil hem de okul harçlığı sayılabilecek gayelerdi. Dolayısıyla bunun anlamı bağbozumu sonuna kadar ovada yatıp kalkmaktı. Bu da "koruklar kuru üzüm oluncaya kadar" demekti.
Yalnız ovada yatıp-kalkmayı hafife almayın. Önce art arda yevmiyecileri taşıyan kamyonet ve traktörlerin tozu-dumana katarak gün batımında sizi terk ettiğini görürdünüz. Etraf sessizleşir, gün batar ve gecenin bütün heybeti ile hayatı kuşattığına şahit olurdunuz. Size düşen gemici fenerlerinin etrafa yaydığı petrol kokusuna sığınıp Gediz nehrinin başınıza topladığı dev sivrisineklerden kendinizi korumaya çalışarak sabahlamak olurdu. Yan ova evinde yaşayan amca "beyzadem! akşam olunca şeytan bile çoluk-çocuğunu toplayıp ovadan kaçar" sözleri ile durumu özetlerdi. 80-90 yaşlarında bir karı-koca ve 15-16 yaşlarındaki iki gencin sarı ışıklarla, duvarda dans eden gölgelere dönen resimleri hayatın saklanmış hatıraları arasına kekremsi küf kokularıyla yerleşirdi.
Sabah gün doğmadan kuzenimle beraber Manisa'nın yolunu tutardık. İşçilerin alınacağı mahalleler belliydi. Herkesi toplanmış bulurdunuz. Kadınların ellerinde genelde bir-iki parça malzeme koydukları bezden pazar çantaları olurdu. Muhteviyat gidilen işe göre değişirdi. Çapaya gidiliyorsa çapa, üzüm toplamaya gidiliyorsa bağ bıçağı gibi... Bizim işçilerimiz daha çok mevsimlik şehre gelen Kürtlerden oluşurdu. Şehrin kenar semtlerinin dibine geçici olarak yazlık çadır kurar ve orada yaşarlardı. Çalışmaya gelirken de geride kimseyi bırakmaz, çoluk-çocuk gelinirdi. Başta bir baba olurdu. Sonra anne, evin kızları, gelinleri, çocuklar diye sıralanır liste. Genç erkeklerin tarla işine gelmeleri de olurdu ama nadirdi. Onlar daha çok, yazın bu verimli 3-4 ayını sahil kasabalarında turistik tesislerde çalışarak geçirirler, gelirlerse de daha fazla yevmiye alırlardı. Erkek ve kadınlar arasında yevmiye farkları vardı. Bu bazen işe göre de şekillenirdi. Kadınlara daha hafif ve net işler verilirken erkekler ağır ve her türlü işe koşulurdu. Ama siz ağır iş yapacak bir kadın iseniz hemen başta itirazı basıp "ben bu işi yaparım" derseniz yevmiyeniz erkeklerinki kadar olurdu.
Bütün işçiler traktörün römorkuna toplanınca "Haydi! Şamil abi gidelim" derlerdi. Kuzenim, yaşlı-başlı insanların kendisine "abi" demesine bir hoş olur, yan yan bana bakar ve yola koyulurduk. Bir süre asfalt yolda devam eder sonra ovanın toprak yollarında tozu-dumana katar ve güneş daha kendisini göstermeden üzüm bağının yanındaki yerimizi alırdık. En son katıldığım bağbozumunda da hikaye aynıydı. Gelen Kürt ailenin reisi işi biliyordu. Onu bandırmacı yaptık. İş bölümünde bandırmacı bağbozumunu yönetendir desek yanlış olmaz. Bana da keltercilik düştü. Annem hep "senin canın çok pek" derdi. Ehh, kelter işinin bana düşmesi de normaldi. Bağın sahibi olan yengemlere kalan ise öğle yemeğini hazırlamak ve anneleri çalışan çocukların ellerine biraz ekmek-soğan verip onları da oyalamaktı. Hemen başladık; güneş yükselmeden mesafe almak önemliydi. Çünkü Manisa ovasında Ağustos öğleni 40 dereceye yaklaşırken, toprak sıcaklığı 60 dereceyi aşardı. Bu çalışmayı çok zor hale getirir, sağlığı yerinde olmayanlar kesinlikle yapamazdı.
Kadınların 3-4 tanesi hariç hepsi bağda, üzüm kesimindeydiler. Direkli bağ olduğu için eğilmelerine gerek yoktu. aslında ovada iki tip bağ vardı. Birisi, asmanın yere yakın olduğu yer bağı ki eğilerek salkımları toplayabilirdiniz, diğeri de direkli bağ ki üzümler göğüs hizasında olduğundan toplanması oldukça rahattı. Ellerindeki sepetlere üzüm doldura doldura ilerliyor, kelter adını verdiğimiz sepetler dolunca, hemen oracığa bırakıp, boş kelterle devam ediyorlardı. Ha işte o kelterleri bağın dışındaki bandırma dediğimiz tezgaha taşımak bu zavallının işiydi. Eee en yüksek yevmiyeyi istiyorsan işte hendek işte deve... Bir de keltercinin arkadaşı olmazdı. Halbuki başta üzüm kesenler olmak üzere herkes ikişerli üçerli çalışır, bir taraftan da muhabbetin dibini bulurlardı.
Kelterleri dörder dörder bağın dışına çıkartıp bandırmaya getiriyordum. Bandırma dediğimiz sacdan yapılmış büyük bir kova. İçinde de potas denilen bir su var ki üzümün hızlı kurumasını sağlayan bir kimyasal içeriyor. Hayır, hayır!.. En doğal yöntemi bu... Aksi halde kuru üzüm elde etmek imkansızlaşır... Bandırmacı, kelterleri dolayısıyla üzümü bu suya sokup-çıkararak ıslatmakla görevli. Islanan üzüm kelterleri oluklu bir hazneye süzülmek üzere konuyor, burada süzülen sepetler genelde betondan yapılan ve kurutma amaçlı üzüm serimi için kullanılan sergi yerinde yayılıyordu. Bu işlerin hepsinin ayrı bir inceliği vardı. Mesela salkımlar üst üste gelmemeliydi serilirken. Bütün üzümlerin güneşi alacağı şekilde yapmalıydınız ki kuruma mümkün mertebe dengeli olarak gerçekleşsin. Bütün üzümler ıslanmalı ki aynı zamanda kurusun, bütün kelterler zamanında taşınmalı ki bağda üzüm kalmasın vesaire vesaire...
Bu işin en keyifli taraflarından biri yemek arasıdır. Önce tulumbanın başında toplanılır. Herkes birbiri için tulumba çeker. Derinlerden gelen buz gibi suyun farklı bir kokusu vardır. El yüz yıkamak yetmez, ovanın güneşini yiyen genç için o buz gibi suyun altına başını sokup saçlarını yıkamak en rahatlatıcı ve dinlendirici şey... Zamanla artezyen çalışmaları da eklenip yeraltı suları çekilmeye başlandı ama tulumba, kokusu ve mekanizması ile hep kaldı. Sonra yemek. Yemeğin vazgeçilmezleri bulgur ve ayran... Bu ikili, kalabalık doyurmanın sırrıdır. Bir kase yoğurttan neredeyse bir bakraç ayran çıkar. Fazladan kimseler mi geldi? hemen su ilave edilir, aktır benizi götürür denizi... Midede bulgurla buluşunca bu ayran, karnınız şişiverir, başka hiçbir şey yemek istemezsiniz. Belki ilave olarak bamya filan da eklenir sofraya... Meyve olarak da tabii ki üzüm... Sultaniye üzümü varken kimsenin aklına başka şey gelmez.
Yemekten sonra herkesin bir yarım saati vardır. Kadınlar genellikle laflamaya ayırır, dindar olanlar namaz kılmaya, orta ve üzerinde yaşı olan erkekler öğlen uykusuna ki yemeğin üzerine müthiş dinlendiricidir ve hiç yorulmamış gibi dinçleşirsiniz. Ama genç yaşlarda iseniz, rota bambaşka. Hemen nehrin kenarına yol bulup, dalarsınız sulara. Ovanın, üzerinizden atamadığınız ateşini dindirmenin bir yolu da budur. Ancak nehir tehlikelidir. Doğudan çalışmaya gelmiş, bilmeden giren ve hayatını kaybedenlere dair çok hikayeler anlatılır. Cesedi bile bulunmayanlar vardır. Gediz nehrinin sırrı ortasında girilebilmesidir. Kenarları daha derindir ve ağaç dal ve kökleri doludur. Onlara takılanın kurtulması zordur. Ancak ortası sığdır. Sala biner, ortaya kadar gider, orada dalarsınız suya. Hiç zararı olmaz. Akıntıya karşı bile kulaç atabilirsiniz. Saldan atlamanın da keyfi başkadır.
Akşam olunca iş biter. Ancak o günlük bitmiştir. İşin kaç gün süreceğini bağın büyüklüğü ve işçi sayısı belirler. Ben yüz dönümlük bir bağdan ve 20-30 arası işçiden bahsediyorum. Bu da nerden baksanız üzümün toplanması için bir hafta demek. Kuzenim işçileri şehre götürürken biz de akşamın hazırlığını yapıyoruz. Üzümler yerde ve onların beklenmesi, korunması lazım. Bu beklemede en tehlikeli olan şey: yağmur... Hey Allah'ım, bütün nebatata hayat veren yağmur öyle bir an gelir ki istenmez olur. Bunun için de bulutların takip edilmesi gerekir. Bağ evinde değil sergi yerinde yatılır.
Dışarıda yatmak için lazım olan şey öncelikle cibinlik. Kumaşın kendisine de kurulan çadır gibi izci kulübesine de cibinlik dendiği olur. Bildiğimiz şile bezi tarzı dokuma bir kumaştan yapılır. Bulutları, yıldızları göstermeli ama sivrisineklere yol göstermemelidir. Yoksa uyumak ne mümkün. Gemici fenerini yakar, cibinliğin biraz ilerisine koyarsınız. Sivrisinekleri o çeker, siz de küçük çadırınızı yaparsınız. Çadır dediysem, ahım-şahım bir çadır anlamayın: ayağınızı uzatınca içinde kalacak uzunlukta yani iki metre filan, yüksekliği ise oturabileceğiniz kadar, yani bir metre kadar bir şey... Girin içine yatın. Yalnız yanık kalacaksa fener yine uzakta kalmalı; ışık gözünüzü alırsa bulutları göremezsiniz. Ve bakışlar sık sık Menemen yönüne döner. Manisa ovasında yağmur bekliyorsanız, Menemen yönünden gelen bulutlara gözünüzü dikeceksiniz demektir. O tarafta Ege denizi vardır ve bulutlar oradan gelir.
Bir hafta bitmeden sergi yeri doldu. Çok bereketli bir yıldı. Bağın yan tarafı greyder ile düzlendi. Muşambalar serildi ve sergi yerine sığmayan üzümler oraya serilmeye başlandı. ertesi gün artık üzüm toplama işlemi bitecekti. İşte o akşam yağmur ansızın yakaladı bizi. Sergi yerinde kuzenim yatıyordu. bense bağ evini mesken tutmuştum. Geçmiş gün uyuya mı kaldı yoksa fark etmedi mi bilmiyorum. Onun bağırtısına uyandım. Apar-topar dışarı fırladım. Vakit sabah namazı vaktiydi ve gri bulutlar bütün gökyüzünü kuşatmıştı. Hızla sergi yerindeki üzümlerin üzerini muşamba ile örtmeye başladık. Biz bitirene kadar da yağmur bastırdı. Ama nasıl bir yağmur, gök delindi, bardaktan su boşandı. Muşambadan olan sergi yerindeki üzümler yağmurdan nasibini aldı. Almasa ne olurdu ki; su sadece gökten yağmıyor, adeta yerden de kaynıyordu. yani hiç şansımız yoktu. Beton sergi yerinin yüksekliği ve ara olukları orayı korudu. Bağ evine döndüğümüzde, yakılan ateşte kurumaya çalışırken saçlarımızdan sular damlamıyor adeta sızıyordu.
Üzümün su yemesinin anlamı şuydu; kuru üzümün kilosu 10 lira ise yağmur yemiş kuru üzüm 5-6 liraya düşüyordu. Bu büyük bir kayıptı. Buna katlanamayacak çiftçilerin tek şansı henüz tamamen kurumamış bu üzümleri şaraphaneye vermekti. Şaraphane, her zaman daha fazla para verirdi. Ancak, dindar olanlar için böyle bir şey söz konusu bile olamazdı. Neyse ki üzümlerin çoğunu kurtarmış, sadece o yılın bereket fazlalığından zarar etmiştik. Yani kardan zarar... Zaten dayım, üzümleri nehre döker, yine şaraphaneye vermezdi.
Sergi yerine dizilen üzümler güneş ışığını ala ala kurur, kurudukça alt-üst edilirdi. Yani altta kalan yaşlar üste çıkartılır, eşit şekilde kuruma sağlanırdı. Bir an gelir sergi yerindeki yeşil üzümlerin kuru üzümün kahverengisine döndüğünü görürdünüz. Ardından tırmıklama başlardı. Bunda amaç üzümlerin iri çöplerinden ayrılmasıydı. Bunun için makineler de vardı. Makineler daha küçük çöpler için kullanılırdı. Makinenin bir tarafından atılan üzümler öbür tarafta insan eliyle bağını kopararak çuvallara dolar ve bunların da ağzı dikilirdi. Bundan sonrası kuru üzüm piyasasında fiyatların ne olduğu ile alakalı olurdu. Kahvelerde sadece bu konuşulurdu.
Bütün üzümler kurumaya gönderilmezdi tabii. Bağın yüzde doksanı kuru üzümlük iken bir kısmı da yemelik ya da pekmezlik olurdu. Bizim bağda kurutmalık üzüm çekirdeksiz Sultaniye cinsiydi. Yemelik sıralarda ise kokulu üzümden, kara üzüme kadar her çeşidini bulabilirdiniz. Pekmezlik üzümler yaşken çuvallanır, betondan yapılma, içi temiz, havuz dediğimiz yere atılır, -şehirliler burayı okumasın- çiğnenerek suyu çıkarılırdı. Çiğnemek dediysek burada kokan, kirli ayaklardan bahsetmiyoruz. Hoş bu da çok önemli değildi ama genelde yeni çizmeler alınır, onlarla çiğnenirdi. Çıkan üzüm suyu havuzun haznesinden büyük kazanlara dolar, saatlerce kaynatılır hatta kıvamını tam bulması için de içerisine kırmızı toprak atılırdı. Tabii en sonunda süzülerek alındığı için kırmızı toprak dipte kalırdı.
Bence herkes için işin en tatlı kısmı burada başlıyor. Tam da bitişte. Yevmiyeciler paralarını alıp mutlu olurken biz de nasibimizi toparlardık. Ardından şehre döner, iyice yıkanır, bütün yorgunluğu atmak için Ulu Cami'ye çıkar akşam sefası yapar, dağ suyundan alıp eve gelirdik. Bunlar hazırlıktı. Asıl gün ertesi gündü. Otobüse biner İzmir'in yolunu tutardık. Bu paraların, kısmen de olsa yenmesi gerekirdi ve yılda bir kurulan, o zaman için Türkiye'nin en büyük organizasyonu sayılan Uluslararası İzmir Fuarı bizi bekliyor olurdu. Öğleden sonra başlayıp, gece yarısına kadar tek bir ülke standı bırakmadan, lunaparkta binilecek tek oyuncak kalmadan dönmezdik. Aslında bütün bir yaz tatili boyunca İzmir fuarında ne yapacağımızdan bahsetmediğimiz bir gün bile olmazdı. İş yılgınlığı sarınca etrafı, biz laflamaya başlardık. Şimdi düşünüyorum da aslında yaptığımız iş, her şeyden ve hepsinden daha özellikli ve öncelikliymiş. Farkında olmadan haznemize konulanlar, amaçladıklarımıza göre daha değerliymiş. Ama öyle değil midir zaten; Yaş ilerleyip tecrübe arttıkça önemliler önemsiz, önemsizler de önemli olmaya başlar. Ondan mıdır ki, çocuklarla yaşlıların paydası ortaktır.