Namus kavramı, zaman mefhumu içinde belli farklılıklar arz ederek -özellikle- doğu toplumlarının hayatında önemli bir yere sahip olmuştur. Bununla beraber gündelik hayatta da, kullanılan deyimlerde geniş bir yer kaplamıştır. "mahallenin namusu, namus bekçisi, namus düşmanı, namussuz, ehl-i namus, işin namusunu kurtarmak vesaire" Ve şimdilerde duya duya ezberlediğimiz "namus cinayetleri"...
Türk Dil Kurumu, Namusu "insanın ahlak kurallarına karşı beslediği bağlılık duygusu" olarak tarif ediyor. Her ne kadar bu "ahlâk kuralları" ile ilgili bir toplumsal mutabakat varsa da -ki değişim geçiriyor- her anlayış grubunun farklı ve aynı şekillerde görüp değerlendirdiği alanlar var. Ahlâk kurallarının belirleyicisi nedir? Sorusuna cevap vermekte toplumsal olarak sıkıntılı olduğumuz günlere geldik. Kimisine göre bunu din belirler; kimisi insanlığın belirlediği görüşünde; kimimiz "anne-babamızdan gördüğümüz" derken, kimimiz de "insanların ayıplamadığı şeyler" diyebilmekteyiz. Pratik olarak hayata baktığımızda ise kimi yerde insanın tutarlı olmaması şeklinde görürken, genelde kadının "ortalık malı" haline gelmesini kastederiz.
Din bize "utanma duygusu" da diyebileceğimiz "haya"dan bahseder. Bir insanın yapacağı bir işi ya da söyleyeceği bir sözü kendisine yakıştıramaması ve de insanlardan ve Allah'tan çekinmesi de diyebiliriz, "haya" için. Gerçekte de yapacağımız şeylerle ilgili -moda ifade ile- mahalle baskısı ya da kalbî ve aklî çekinceler; daha ileri bir durumda da "bir hususun kendimize sevimli gelmemesi" halleri belirleyicidir. "Haya" anlayışının yanı sıra dinin de insana yakıştıramadığı hususlar vardır. Ancak, hem "haya" hem de "yakışmayan" hususlarla ilgili toplumun büyük ve hızlı bir değişim içinde olduğunu söylemeliyiz. Belki daha da ileri giderek içinde bulunduğumuz toplumda bir kesimin "utanmak gerek" dediği şeye diğer bir kesim "çok doğal" hatta başka bir kesimin de "mutlaka böyle olmalı" dediğini duyabiliriz. Her şeyden önce bu durumun kesinlikle normal olmadığını söylemeliyiz. Ahlak, zemini insanlık tarihi kadar derin bir husus iken bu kadar farklı anlayışların olmasını ve dillenmesini ve de yaşanmasını olsa olsa bir çeşit "toplum mühendisliğinin" eseri, ya da "büyük bir sapma" olarak nitelendirebiliriz.
Ahlakî normları belirleyen iki faktör önümüzde durmaktadır: Din ve devlet. Her ikisi de kendi hukuk alanlarında yasaklar ve sevaplar belirlemişlerdir. Bu açıdan benzer zeminlerde yer alan ve birbirinden çok da ayrı olmayan iki yapıdır. Ancak ayrıldıkları önemli bir husus vardır. Devletler tarih içinde insanlar tarafından şekillendirilmiş yapılardır ve Allah'ın insana sunduğu yaşama alanında bazı farklılıklar gösterirler; Din ise Allah tarafından kula "dolaysız" yani hemen uygulamaya yönelik olarak verilmiş kurallar manzumesidir. Din ve devletin koyduğu ahlakî normlar birbirini pekiştireceği gibi birbiri ile çelişebilir ve çelişmektedir de. Bu o kadar geniş bir farklılıklar yelpazesi içinde karşımıza çıkar ki: kimine göre devlet: insanların dini hayatını yaşamada onlara kolaylık sağlayan ve "önünü açan" bir güç iken, kimisine göre de devlet: insanları dinin baskısından koruyan bir yapılanmadır.
Şimdi ortaya bir soru atalım: Dinin ve devletin ahlakî normlarındaki farklılıklar arasında kalan insanlar nasıl tercihler yaparlar? Bu soruya "canının istediği" cevabını verebiliriz. Ancak pratik hayatta bu durum insanı "zor tercihlerle" baş başa bırakabilir ve bırakmaktadır da. Din, "namaz kıl" derken devlet "işine bak", Din "oruç tut" derken devlet: "afiyet olsun", din "başını ört" derken devlet "başını aç", din "içme" derken devlet "iç sağlıklıdır", diyorsa elbette dinin ahlak normlarına uymanın birtakım ek maliyetler getireceği ve zaman içerisinde devletin "tek norm belirleyici" olma yolunda totaliter bir yapılanma peşinde olduğu hatta başardığı görülebilir. Bu durum batı toplumlarında ortaya çıkan ve son 300 yılda İslam toplumlarına da bulaşmış olan yakamızı kurtarmakta çokça zorluk çekeceğimiz planlı bir anlayış modülüdür. İşin özü itibarıyla da "ahiret" inancı olmayan ya da zayıf olanların bu anlayışları doğrultusunda toplumda oluşturdukları "sinsi" bir kurgudur. "Sinsi" diyorum çünkü "özgürleşme" kılıfı altındadır; "Sinsi" denmeli çünkü bir çeşit insanın "aydınlanmasının" mucididir; "sinsi" denir çünkü "demokrasi" maskesi ile uyutup sömürdükleri bir dünya vardır; "sinsi" demek gerekir çünkü kendi yaşantılarını "olağan" olarak göstererek, (az)ı (çok)lamak ve çoğu (az)lamak peşindeler. Yakını uzak, uzağı yakın göstermek, belliyi belirsiz belirsizi belli etmek, bilineni bilinmeyen bilinmeyeni bilinen saymak ve dahası doğruyu yanlış yanlışı da doğru görmek ve göstermek ve yaymak ve yaygınlaştırmak bu anlayışın "sinsi"liğini ve ahlakî normların neresinde olduğunu bir kere daha düşünmemizi sağlayacaktır.
İnsanların birbiri ile iç içe geçtiğin alanlardan biri de üretim ve ticarettir. Devletin bazen tek belirleyici olduğu bazen da sistematik açıdan yapılandırdığı bu alan zaman içinde liberalleşme adına devletin belirleyiciliğinin ötesinde bir yapı kazanmıştır. Bu yapı, getirilen sistemin gereklerinden şekillenen ve "kendi durumunu kendisi belirleme" özellikleri ile bezenmiş farklı bir arz-talep dengesi içinde yüzmekte ve tüketici-üretici-satıcı gibi unsurları da sürüklemektedir. "Sürüklemek" tabiri tam da bu sistemin kendisi ve çevresini nasıl şekillendirdiğinin bir ifadesidir. Çünkü işin başlangıcı buluş-üretim, devamı piyasada uygun bir talep oluşturma ve acımasız ve doyumsuz bir satış şeklindedir. Klasik iktisadi anlamlardan arz-talep dengesinden bahsetmek bu sistemi oldukça hafife almaktadır. Çünkü sistemde bazen talep vardır bazen da oluşturulur, hatta oluşturulan talep hep vardır. Bu oluşturma bazen reklam, bazen zenginler, bazen de çevredir. Ve bir gün gelir çok hafife aldığınız bir ürünün baş müşterisi hatta satıcı bile olabilirsiniz.
Hz. Muhammed'in (sav) Medine'ye geldiği gibi pazarı gezdiği ve bazı düzenlemeler yaptığı söylenir. Dinin elbette çalışan, alan, satan insanlarla ilgili ve ticaret hayatını düzenleyen bir çok belirleyici prensibi var. Bu prensipler gerektiğinde görmezden gelinebilecek türden nafile ibareler olmaktan çok "olmazsa olmaz" cinsinden ifadeler. Unuttuğumuz ve geride bıraktığımız dini bilgilerimizi şöyle bir yoklarsak bunların tamamen farkına varabiliriz. Mesela dinen bir ürünü satarken kusurunu da ifade etme zorunluluğu vardır. 3. Dünya ülkelerinde arayıp da bulamayacağınız bir durum. Ülkemizde bile yeni yeni tüketim malları ile ilgili müşteri koruma kanunları oluşuyor. Kapitalist sistemde bir ürünü istediğiniz gibi "ballandıra ballandıra" anlatabilir, olduğundan fazla özellikler katabilir, hatta muhteviyatında zararlı olabilecek ya da yan tesirleri bulunan farklı kimyasallar varsa bunları açıklamakta ketum davranabilirsiniz. Bu durum dinin "haram" saydığı bir vakıadır ve buradan elde edilen kazanç da "haram" sayılır, sahibi için de bu "ateştir".
Kapitalizm sizin ne kadar kazanıyorsanız o kadar harcamanızı ister. Çünkü siz çalışıp kazanmışsınızdır ve kazandığınızı yemek en tabii hakkınızdır. İslam'a göre ise siz sadece çalışmışsınız ancak elde ettiğiniz kazanç Allah tarafından verilmiştir. Bu verilen nimeti "helaller" içerisinde edinmişseniz "helal"dir. Eğer, normalin dışında bir "kâr" söz konusu ise bu dinen "haram" kapitalizme göre "annenizin ak sütü"dür. İşçilerinizin hakkına riayet etti iseniz kazancınızda bu açıdan mesele yok ancak kapitalizme göre iş gücü de bir piyasadır. İşçinin ne alacağı orada belirlenir. Bu bazen işçileri geçindirir bazen geçindirmez. Siz işçilerinize, herkesin verdiğinden fazla vermezsiniz. Çünkü piyasa uygun değil ve girdiler yükseldiğinde rekabet yapamazsınız. Fakat yaşantınızda her türlü lüksün olması yolunda piyasa müsait ise bu da kazancınızı şüpheli yapar. Bu arada kazancınız yine "helal" yollara harcayabilirsiniz, istediğiniz yerlere değil. Harcamanın sınırları da vardır bu da "israf" ölçüleridir, yani gereğinden fazla harcayamazsınız. Mesela lüks olmamalı. Gösteriş söz konusu olmamalı. Malınız ve kazancınızın zekatı verilmiş olmalı. Ve diğer unsurlarda yaptığınız belirleyici ve sürekli yanlışlar sanılanın aksine, malınızın zekatını vermenizle ortadan kalkmış olmaz. Yani kazancınıza "haram" unsurunu ekleyen bir aşama sonrası zekat vermeniz, o "haramı" "helal" yapmaz.
Bir de üretilen ürün ya da hizmet var. Ürün ya da hizmet, sermaye-müteşebbis-işgücü-hammadde dörtlüsünün bir araya gelmesini sağlayan illettir. Ürün ya da hizmetin de illeti müşteridir. Peygamber bir sözünde "çalışan Allah'ın sevgilisidir" buyurmuştur. Bu her iyi alandaki çalışmayı kapsamakla birlikte hassaten evinin geçimi için gayret edenleri önceler. Çalışanın da hedefi bir hizmet ya da ürünü ortaya koymaktır. Yani bir işyerinin kalitesini, bilgi ve becerisini, birikimini ortaya çıkaran şey bir çeşit "nirengi noktası"dır, üretimi. Bir ailedeki yapının özeti, faydalı-zararlı tarafları ve meyvesi nasıl çocuk ise işyeri için de üründür. Bütün değerlendirmeler o ürüne göre yapılır. İnsanlar sizin üretim şart ve durumlarınız ile değil ürününüzle muhatap olurlar. Sizin ile yani işyeri ile muhatabiyetleri de o ürün çerçevesince ve çerçevesindedir. Bu ürün bir ütü olabilir. Ya da otomobil lastiği... Belki de yapılmış yöresel bir et yemeğidir ya da şişelenmiş bir şişe su. Bir hastane için elbette teşhis ve tedavi.., bir televizyon için yaptığı program, izlettirdiği film veya haber işleme tarzı.. Kim ve ne olursanız olun sizden istenen işinizi iyi yapmanızdır ve istenmesi gereken başka bir şey de olmamalıdır, olamaz da.
Bir "işin namusu" üretilen mal ya da hizmettir. Eğer bunlar iyi ise o işin namusuna riayet edilmiş, bunlar kötü ise "işin namusu" geri bırakılmış olur. O işi yapan kişi her ne kadar gündelik hayatta anlaşılan anlamlarda namuslu bir insan ise de ürettiği mal ya da hizmet açısından "namus dairesi" dışında kalmış olur. Kadın-erkeğin namusu olduğu gibi işyerlerinin de namusu ürettiği ürün ve o ürünün üretilme hikayesi ile oluşur. Bir işyeri sermayesinden çalışanının haklarına, hammadde temin şart ve yöntemlerinden işyeri sahibinin önceliklerine kadar kendi namusunun hikayesini belirlemektedir. Müşteriye dönük olan kısmı mal ve hizmettir bu namus anlayışının ve "sonuç" olması itibarı ile son değerlendirme alanıdır; çalışanları, sermaye yönetimi gibi kısımları ile de aynen ailede olduğu gibi bakınca görünmeyen ve insan hayatında geri planda olan "aile sır"larıdır ve "iş"in namusudur.
Bir insanın dindarlığı ya da ibadet ehli olup-olmadığı dinen hayati derecede önemli bir meseledir. Çünkü insanın üzerinde üç tip "hak" mevcuttur. Birisi çevresindeki diğer insanların hakları: ana-baba, kardeş, akraba ve taallukat... İkincisi kullandığı eşyalar: Ev, araba, kalem, elbise, yemek, bilgisayar, tencere v.s. Ve bir diğeri de Allah'ın yaratıcı olarak insandan bekledikleridir. Doğu toplumlarında görülen bir sıkıntı burada kendini gösterir. Bu biraz iyi niyet ve biraz da safdilli olmakla alakalıdır. Yaratanının taleplerine cevap veren yani ibadet ve taatini yapan bir insanı biz biraz daha ileri giderek bütün emir ve yasakları yapan gibi görmek isteriz hatta ve hatta çevresindeki insanlar ve kullandığı eşyalar açısından da "düşündüğümüz gibi" olduğuna inanırız. Bu biraz kıyas olmayacak bir meseleden kıyas çıkarmak gibidir. Çünkü ibadet ve taat yapmakla -ki zahir gözü ile gördüğümüz için böyle sanıyoruz- emir ve yasakları değil yapmak, bilmek bile aynı şeyler değildir. Eğer bu farklı açılardan bir insanda farklılıklar varsa o zaman da düşünmeden çıkardığımız mertebeden yine düşünmeden indiririz. Halbuki her gerekliliğin kendi içerisinde değerlendirmesi söz konusudur. Bir insanın ürettiği mal ya da hizmetle muhatap olan açısından o insanın hayatı ikinci planda ilgiyi hak eder. Bu müşteri için böyledir.
Satıcı aslında kendi ürettiği ya da başkasının ürettiği ürüne müşteriye karşı kefil olan kişidir. Bu oldukça ağır bir mesuliyeti muhtevasında barındırır. Bir kere satılan malın kusur ya da güzelliklerini eksiksiz anlatmanız gerekir. Müşteriye "çay" ısmarlamak istiyorsanız alış-veriş bittikten sonra bunu yapmanızı baştan tavsiye edelim. Çünkü önceden ısmarlanan bir ikram müşteriye bir çeşit "al" baskısıdır ve eski ifadelerle "ivaz ve garaz" barındıran bir ikramdır ve Allah katında makbul değildir. Çünkü bir menfaat için yapılan hiçbir ikram "misafire ikram" dairesine girmez. Ayrıca "beklenti" de varsa bir çeşit "at cambazlığı" hamleleridir ki kapitalizme göre "satış teknik ve taktikleri", İslam'a göre ise kandırmacadır ve "helal"inizi "haram" yapmaktan başka bir işe yaramaz. Ürünün sadece övüldüğü bir satış bizim hep gördüğümüz ancak dinde de yeri olmayan bir vakıa. Haram olan bir şeyi alıp-satmak nasıl problemli ise Cuma saatinde satmak, satarken yalan söylemek zorunda kalacağın bir ürünü satmak da problemlidir.
Satıcı, kendisini "satmaya endekslemiş adam" pozisyonunda karşımıza çıkardığında ciddi anlamda kapitalizmin en koyu tarafları ile bezenmiş ve İslam'ın ticaret ve üretimle ilgili prensipleri de bir o oranda terazideki yerinde olmakta zorlanmaya başlamıştır. Buradaki temel mesele elbette anlayışla ilgilidir. Yani çalışmak ve kazanmak ikilisinin insanın iç dünyasında bulduğu şekille bağlantılıdır. Çalıştığı zaman ve çalıştığının karşılığı olarak kazandığını düşünen insan Allah'ın kendi iş dünyasındaki yerini kaybetmiş ve bir nev'i "seküler" bir hastalığa kapılmıştır. Bu hastalığın ilerlemiş hali iş dünyasında Yaratıcının insanlar için va'z ettiği prensiplerin hiç uygulanmaz hale gelmesi şeklindedir. Bunun sonucu değişmez ve insanın değiştiremediği ağır bir takım sonuçlarla karşı karşıya kalınmasıdır. "Yeryüzündekilere merhametli olun ki gökyüzündekiler de size merhametli olsunlar" ibaresi kendi çalışmasını ve çalışmaları putlaştıran insan için hiç düşünmediği bir kapıyı açmaktadır. Gerçekte ise "insan nereden kazanç sağlayacağını önceden bilmez, Allah'ın emri çalışmak olduğu için oturup da Allah'ı imtihan etmeğe kalkmaz ve kendisini unuttuğunu düşünerek Allah'a hatırlatmaya da kalkmaz".
Bir "şey" üretmek ve satmanın çok zahmet ve mesuliyetinin olduğu aşikar. Allah'ı bilmek ve korkmak ya da bazı batı ülkelerinin başardığı gibi "iki dirhem bir çekirdek" bir sistem... Birincisi bırakmış ancak ikincisine de ulaşamamış bir ülkenin çocukları elbette her iki sıkıntıyı da çekecek ve genellikle "iki cami arasında bînamaz" duruma düşecektir. Dünya insanlığının refahının her ikisini birden yapmada olduğunu batılılar öğrenemedi. Ne dersiniz? Doğu toplumları "iş"in namusunu kavrayabilirler mi?